AFİYET OLSUN, İSRAF OLMASIN
Bir gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) çok sevdiği akrabası Sa’d b. Ebi Vakkas’ın yanına uğramıştı. Sa’d o sırada abdest alıyordu. Suyu fazla kullanmış olmalı ki Efendimiz; “Bu ne israf böyle?” dedi. Sa’d, “Abdestte de israf olur mu ya Rasulallah?” diye sorunca Sevgili Peygamberimiz (s.a.s): “Evet, akan bir nehirden abdest alsan bile” (İbn Mâce, Tahâret, 48.) şeklinde karşılık verdi.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Allah’ın bizlere bahşettiği nimetlerin kıymetini biliyor ve ashabına her fırsatta bunu hatırlatıyordu. O, bollukta da darlıkta da sahip olduğumuz nimetleri ölçülü kullanmayı öğretiyor ve israftan sakındırıyordu. Zira israf, yeme içmeden giyim kuşama, vakitten sağlığa varıncaya kadar her türlü nimet ve imkânı ölçüsüzce kullanmaktır, dengeyi ve itidali kaybetmektir. İnsanın kendisine, çevresine ve kâinata yazık etmesidir. İsraf, varoluş bilincimizden ve yaratılış gayemizden uzaklaşmaktır. İsraf, aynı zamanda bütün nimetlerin sahibi olan Yüce Allah’ın Rezzâk ismine saygısızlıktır.
Bugün yeryüzünü kuşatan en büyük afetlerden birisi israftır. Bir yanda açlığın, yoksulluğun ve sefaletin pençesinde kıvranan milyonlarca insan varken, saçıp savurmak, ihtiyaç olmadan harcamak, eskimeden atmak hayati bir hatadır. Mazlum insanlar ekmek ve su gibi en temel ihtiyaçlarından bile mahrum bir şekilde hayat mücadelesi verirken, artan bir tek lokmayı bile çöpe atmak insafa sığmaz.
İsraf, sadece mal ve eşya ile sınırlı değildir. İnsan için en büyük israf, ne için yaratıldığını ve varlığını hangi uğurda kullanması gerektiğini unutarak ömrünü heba etmektir. Kendisine verilen akıl nimetini iman ve hikmetle buluşturamamaktır. Bedenini, gücünü, iradesini iyilik ve hakikat yolunda kullanmayıp beyhude meşgalelerle heba etmektir. Sahip olduğu bilgi ve tecrübeyi, bilim ve teknolojiyi insanlığın faydasına değil ifsadına kullanmaktır.
Ancak üzülerek görüyoruz ki bugün insanı daha fazla kazanıp daha çok tüketmeye teşvik eden, ne kadar harcarsa o kadar değerli olacağını iddia eden bir zihniyet yaygınlaşıyor. Özenti ve gösterişe dayalı hayatlar, lüks ve israfa yönelik harcamalar öne çıkarılıyor. Böylece ömrünü üretim yerine tüketime adayan insanlık, aslında manevi değerlerini ve yaşama amacını tüketiyor.
Hâlbuki hayat kitabımız Kur’an, insanın yeryüzüne imar ve ıslah için geldiğini, dünya ve ahiret hayatı adına orta yolu, iktisadı ve dengeyi asla kaybetmemesi gerektiğini vurgular. Yüce Rabbimiz müminleri anlatırken şöyle buyurmaktadır: “Onlar, harcama yaptıklarında ne israf ederler, ne de cimri davranırlar. Bu ikisi arasında bir yol tutarlar.” (Furkân, 25/67.)
Peygamberimiz (s.a.s) de “İsrafa kaçmadan ve kibre kapılmadan yiyiniz, içiniz, giyininiz ve sadaka veriniz.” (Buhârî, Libâs, 1; Nesâî, Zekât, 66.) öğüdüyle tüketim ahlakına sahip olmamız gerektiğini dile getirir.
Kardeşlerim.. Geliniz Yüce Rabbimizin bizlere lütfettiği bütün nimetlerin değerini bilelim. Hiçbir nimeti ölçüsüzce israf etmeyelim. Vaktimizi boşa geçirmeyelim. Yememizde, içmemizde, giyim kuşamımızda ve harcamalarımızda ihtiyaç fazlasından kaçınalım. Doğal kaynaklarımızı, tabiat varlıklarımızı koruyalım. Allah’ın verdiği her nimetin bir gün hesabının sorulacağını bilelim. Nimetler karşısında şımarıp lükse dalmadan ve duyarsızca israfa girmeden infak ahlakını kuşanalım. Rabbimizin hayata ve kâinata koyduğu dengeyi gözetelim. Bu denge ihlal edildiğinde hayatın bereketinin kaçtığını, toplumun huzurunu kaybettiğini, insanın kendisine ve gelecek nesillere zarar verdiğini unutmayalım. Nimetlerin sınırlı, nefsin istek ve arzularının ise sınırsız olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.
Zü'l-hicreteyn: Cafer b. Ebû Tâlib (r.a.)
"Habeşistan’da, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır. Allah sizin için bu durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın.” (Beyhakî, es- Sünenü’l kübrâ, IX, 17; İbn İshâk, Sîret, I, 247)
Allah Resûlü’nün bu tavsiyesiyle, müşriklerin eziyetlerinden ötürü öz yurtlarını terk etmek durumunda kalan müminlerden bazıları Habeşistan’a doğru yola koyuldular. Çöl hayatına aşina olan bu kimseler, inançları uğruna her şeylerini bırakarak farklı bir iklimdeki yabancı bir ülkeye, hiç tanımadıkları insanların arasına gidiyorlardı. Kızıldeniz’i aşarak zorlu bir yolculuğu göğüslerken akıbetlerini de bilmiyor, gönüllerine kök salan imanla yaşama tutunuyorlardı. Resûlullah, bu kutlu yolculuğa çıkacak ikinci kafileye amcasının oğlu Cafer b. Ebû Tâlib’i başkan tayin etti. Ne var ki müminlerin başka bir diyarda dahi rahata ermesine müsaade etmek istemeyen müşrikler boş durmadılar, ülkesine sığınan kimseleri geri göndermesini talep etmek üzere Necâşî’ye bir heyet gönderdiler. Adil hükümdar Necâşî onların müminler hakkındaki suçlamalarını dinledikten sonra müslümanlara söz hakkı tanıdı. “Ey Hükümdar! Biz Cahiliye toplumuyduk; putlara tapar, leş yer, çirkin işler yapardık. Akraba ilişkilerine değer vermez, etrafımızdakilere kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı yok ederdi. İşte biz bu hâlde iken, neticede Allah bize içimizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetini iyi bildiğimiz bir resûl gönderdi.” diyerek söze başlayan Cafer b. Ebû Tâlib, tarihi konuşmasıyla Resûlullah’ın getirdiği dinin inanç esaslarını, emir ve yasaklarını anlatarak müminlerin durumunu, neden kendisine sığındıklarını veciz bir şekilde beyan etti (İbn Hanbel, I, 202; İbn İshâk, Sîret, I, 248-249). Bu konuşmadan oldukça etkilenen Necâşî, Kur’an ayetlerinden bir bölümünü dinlemek isteyince Cafer (r.a.) oldukça manidar bir tercihle Meryem suresinin Hz. İsa’dan bahseden ayetlerini okudu. Zira burada Hz. İsa’nın babasız olarak gönderilmiş bir hak peygamber olduğu anlatılıyordu. Hristiyan olan Necâşî bu sözlerin batıl olmadığına, bilakis Hz. Musa’ya inen vahiyle aynı kaynaktan olduğuna kanaat getirerek müşriklere itibar etmedi (İbn Hanbel, I, 202). Müminleri müşriklere teslim etmediği gibi ülkesinde rahat yaşamalarına da imkân sağladı.
Cafer b. Ebû Tâlib, başkanlık görevini hakkıyla yerine getirerek müminleri en güzel şekilde temsil etmişti. Burada kaldıkları sürece onları kimse rahatsız etmedi. Ancak yurtlarından, dost ve akrabalarından en önemlisi de Resûlullah’tan uzak kalmak onlara ağır geliyordu. Resûlullah da onları çok özlüyordu. Müminlerin Medine’de huzurlu bir yaşantıya kavuşmalarının ardından hicretin yedinci yılında Necâşî’ye yazdığı bir mektupla onların geri gönderilmesini istedi. Onlar döndüklerinde Resûlullah Hayber’deydi. Her fırsatta sergiledikleri hainlikleriyle Müslümanlar için devamlı bir tehdit oluşturan Yahudilere son darbeyi vurmuş, oldukça sağlam kaleleri ve yenilmez savaşçılarıyla meşhur Hayber’i fethetmişti. Böylece Kureyş müşrikleri de en büyük destekçilerini kaybederken Müslümanlar bölgede mutlak nüfuz sahibi olmuşlardı. İşte bu sırada gelen Cafer b. Ebû Tâlib Resûlullah’ın sevincini kat kat artırdı. Allah Resûlü, yıllardır göremediği amcasının oğlunu bağrına basarak iki kaşının arasından öptü (Ebû Dâvûd, Edeb, 145-146) ve mutluluğunu şöyle ifade etti: “Hangisine daha çok sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi yoksa Cafer’in dönüşüne mi!” (Beyhakî, es- Sünenü’l-kübrâ, VII, 157)
Ashab arasında cömertliğiyle meşhur olup “Ebu’l-mesâkin (muhtaçların babası)” diye anılan Cafer b. Ebû Tâlib bundan böyle “Zü’l-hicreteyn (iki hicret sahibi) ismiyle şöhret buldu. Fakat ashabla birlikteliği bundan sonra da çok üzün sürmedi. Cafer (r.a.) bir yıl sonra Bizans’la yapılan Mute Savaşı’nda henüz kırk yaşındayken şehit düştü. İki kolu kesilen Cafer b. Ebû Tâlib’in vücudunda da sayılamayacak kadar çok yara vardı. Allah Resûlü, ahlakını kendisine çok benzettiği (Tirmizî, Menâkıb, 29) bu güzide sahabinin kesilen kolları yerine Allah’ın ihsan ettiği iki kanatla cennette uçtuğunu bildirmiştir. Böylece ömrü dine hizmetle geçen bu yiğit sahabi İslam tarihine “Cafer-i Tayyâr” adıyla kazınmıştır.
Diyanet Aylık Dergi 2013
AYET-İ KERİME MEALİ
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayasızlığı emreder. Allah ise size kendi katından mağfiret ve bol nimet vadediyor. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/268.)
HADİS-İ ŞERİF MEALİ
Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri: “Allah’ım! Malını (senin yolunda) verene yenisini ver” diye dua eder. Diğeri de: “Allah’ım! Cimrilik edenin (zekat ve sadakasını vermeyenin) malını yok et” diye beddua eder.” (Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57)
İLMİHAL SORUSU VE CEVABI
Zekat vermek Kimlere Farzdır?
Zekat; Müslüman, ergenlik çağına gelmiş, akıllı, hür ve dinen zengin sayılan kimselere farzdır. Dinen zengin sayılanlar, borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka "NİSAP MİKTARI" malı olan kimselerdir.
ASLÎ İHTİYAÇ: Oturulan ev, giyim eşyası, binek arabası, ticaret için olmayan kitaplar, sanatın icrası için gerekli aletler ve ailenin bir yıllık nafakasıdır.
NISAP: Dinimizin koyduğu bir zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçüye göre: Aslî ihtiyacından başka 81 gram altını, 561 gram gümüşü veya bu miktarlar karşılığı parası veya ticaret mali bulunan, kırk koyun veya keçiye, otuz sığıra veya beş deveye sahip olan Müslümanlar "NİSAP MİKTARI" mala sahip olmuş sayılırlar.
Asli ihtiyaçtan başka bu miktarlarda mala sahip olduktan sona tam bir yıl geçince zekat farz olur.
GÜNÜN DUASI
“Rabbim! Bana yardım et, aleyhime olan şeylere yardım etme. Bana zafer ver, aleyhime zafer verme. Lehime tertip kur, aleyhime tertip kurma. Bana hidayet et ve hidayeti bana kolaylaştır. Bana zulmeden kimseye karşı yardım et." (Tirmizi, De’avat, 114; İbn Hıbban, Ed’ıye, No: 947; İbn Ebi Şeybe, Dua, 42, No: 29381)