ALLAH’I UNUTANLAR, UNUTULURLAR
Peygamberimiz (s.a.s.), amcasının oğlu Abdullah’la birlikte yolculuğa çıkmıştı. Bir ara ona “Yavrum! Sana bazı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları sakın aklından çıkarma!” buyurdu. Ardından bu genç sahabîye Rabbi ile arasındaki bağı asla koparmaması gerektiğine dair şu nasihatte bulundu: “Allah’ın hakkını koru ki, O da seni korusun. Allah’ın hakkını koru ki, O’nu her daim yanında bulasın. Bir şey isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Yardım dileyeceğin zaman Allah’tan dile. Bil ki, bütün varlıklar sana yardım etmek üzere bir araya gelseler, Allah’ın dilediğinden başka yardımda bulunamazlar. Sana bir zarar vermek üzere elbirliği etseler, Allah’ın takdir ettiğinden başka bir zarar da veremezler.’” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59.)
Hepimiz insanız. Hayat meşgalesinde kimi zaman komşumuzu, eşimizi-dostumuzu unutuyoruz. Kimi zaman akrabalarımızı, kardeşlerimizi, yetimleri, muhtaçları unutuyoruz. Kimi zaman kendimizi, çevremizi, sorumluluklarımızı unutuyoruz. Ancak bütün bunların ötesinde bir insan için en kötü olanı, yaratılış gaye ve hikmetini unutmasıdır. Asıl hüsran, kişinin Rabbini unutarak yaşamasıdır. Allah’la olan misakını, kulluk ahdini hiçe saymasıdır. Dünyanın fani olduğu gerçeğini unutarak hesabı, mizanı, ahireti göz ardı etmesidir. İşte Rabbimiz, kendisini unutanlardan olmamamız için bizleri şöyle uyarmıştır: “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” “İşte onlar gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir.” (Haşr, 59/19.)
Rabbimiz, görev ve sorumluluklarımızı öğretmek için bize Kur’an-ı Kerim’i gönderdi. Yüce Kitabımızın bir adı da Zikr-i Hâkim’dir. O, bize unutmamamız gerekenleri hatırlatan bir kitaptır. Bizim yolumuzu aydınlatan bir kandildir, bir rehberdir. Yeter ki biz ona sımsıkı sarılalım. Yeter ki ona gönlümüzü, zihnimizi, hayatımızı açalım. Rabbimiz, “Sen ancak bir uyarıcısın” (Ğâşiye, 88/21.) buyurarak müminlere kendisini hatırlatacak, doğru yolu gösterecek en güzel ahlaka sahip bir Peygamber gönderdi. Muhammed Mustafa (s.a.s)’i lütfetti. O, bize hak ve hakikatin, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ne olduğunu öğretti. Yeter ki bizler, onun sünnetine tabi olalım. Onun eşsiz örnekliğinden ayrılmayalım. Hayatımızı, onun rahmet yüklü mesajlarıyla bereketli kılalım. Namazımız, kurbanımız, haccımız, zekâtımız, orucumuz, hâsılı bütün ibadetlerimiz, her daim Rabbimizi hatırlayalım diye emredildi. Yeter ki bizler, ibadetlerimizin bizi Rabbimize yakınlaştırdığını, O’nun katında bizi değerli kıldığını unutmayalım.
Allah’ı unutarak yaşayanları Allah da hem dünyada hem de ahirette unutacaktır. Bu dünyada kendisine nankörlük edenleri Allah, o büyük günde rahmetinden mahrum bırakacaktır. Dünyanın esiri olanlara, Allah’ın merhametinden başka hiç bir sığınağın olmadığı mahşer gününde şöyle seslenilecektir: “Siz bu günü yaşayacağınızı nasıl unuttuysanız biz de bugün sizi unutuyoruz. Şüphesiz varacağınız yer, ateştir. Size yardım edecek kimse de yoktur.” (Câsiye, 45/34.)
Geliniz! Şu kısacık hayatımızda Rabbimize, ailemize ve çevremize karşı sorumluluklarımızı unutup ihmal etmeyelim. Bize düşenin, Allah’ın rızasına uygun yaşamak olduğunu unutmayalım. Varlık gayemizin, o büyük güne hazırlanmak olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Rabbimizin nimetlerine karşı şükran ifademiz olan ibadetlerimizi aksatmayalım. O’nun her an bizi gördüğü, her davranışımızı bildiği, her sözümüzü duyduğu bilinciyle yaşayalım. Ebedi huzurun, Allah rızası doğrultusunda geçirilen bir ömre bağlı olduğunu unutmayalım. Bugünkü yazımızı, Rabbimizin Kuran’ı Kerim’de bizlere öğrettiği şu dualarla bitirmek istiyorum: “Rabbimiz! Unutur ve hata edersek bizi sorumlu tutma!” (Bakara, 2/286.) “Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok ki, lütfu bol olan yalnız sensin.” (Âl-i İmrân, 3/8.) “Rabbimiz! Günahlarımızı affet, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al!
Karanlık Dünyasını İmanın Nuruyla Aydınlatan Sahabi: İbn Ümmü Mektûm (r.a.)
Sahabenin önde gelenleri gibi onun hakkında sayfalar dolusu bilgi yoktu tarih kitaplarında. Lakin o ne sıradan biriydi ne diğer sahabilerden daha az tanınıyordu ne de zamanla unutulup gitmişti. Resûlullah ile öyle bir hatırası vardı ki unutulması imkânsızdı. Nitekim kıyamete kadar zayi olmayacak tek kitap Kur’an-ı Kerim’de bir sûre sırf o hatıra üzerine nazil olmuş ve Hz. Peygamber Rabbi’nin itabıyla karşı karşıya kalmıştı.
Adı Husayn’dı. Mekke’de İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendi. Müslüman olunca Allah Resûlü ona Abdullah adını verdi. Kendini bildi bileli âmâ idi. Bundan dolayı annesi Âtike bint Abdullah’a Ümmü Mektûm künyesi verilmişti. Kendisi de annesine nispetle İbn Ümmü Mektûm diye tanınmıştı.
Risaletin ilk yıllarıydı. Hz. Peygamber Rabbinden aldığı tebliğ görevini hakkıyla ifa edebilmenin gayreti içerisindeydi. Müşriklerin ileri gelenlerinden birine İslâm’ı anlatıyordu. Zayıf bir ihtimalle de olsa onun iman etmesi Müslümanlar açısından önemli bir kazanç olacaktı. Anlattıklarına kulak vermişti bir kere, biraz daha dinlerse ikna olacaktı belki de. Umutluydu Allah Resûlü. O sırada İbn Ümmü Mektûm çıkageldi. Resûl’ün rehberliğine ihtiyacı vardı. Yüce Allah’ın elçisine öğrettiklerini öğrenmek istediğini söyledi. Hz. Peygamber ise konuşmasının bölünmesini istemiyordu. İbn Ümmü Mektûm’un zamansız gelişinden hoşlanmamış olacaktı ki yüzünü ekşiterek çevirdi. İbn Ümmü Mektûm’un kendisine takınılan tavrı o an için görmesi imkansızdı. Fakat her şeyi gören ve işiten Yüce Allah elçisini derhal uyardı ve şu ayetlerle başlayan Abese sûresini indirdi: “Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve çeviriverdi. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin belki de o arınacak veya öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana gelene ise aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.” (Abese, 80/1-12)
Müşriklerin önde gelenlerinden birinin Müslüman olması, birçok kişinin iman etmesi anlamına gelmekle birlikte Resûlullah’tan öğüt almak isteyen bir Müslümanın ihtiyacından daha öncelikli değildi. Kendisini müstağni gören kibirli müşriğin aksine İbn Ümmü Mektûm’un âmâ oluşu hakikati görmesine ve o doğrultuda çabalamasına engel olmamıştı. Zira asıl engel arınmayı reddeden iman yoksunu kalplerdeydi.
Bu olaydan sonra Allah Resûlü artık İbn Ümmü Mektûm’u her gördüğünde ona, “Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı zat! Merhaba!” diye hitap ediyordu. Ona verdiği değeri sözleriyle olduğu kadar davranışlarıyla da ortaya koyuyordu. Kendisi hicret etmeden önce Medineli Müslümanlara Kur’an öğretmek üzere Mus’ab b. Umeyr’in yanında İbn Ümmü Mektûm’u da gönderdi. Hicretten sonra ise onu Bilâl-i Habeşî ile birlikte Mescid-i Nebevî’nin müezzinliğini yapması için görevlendirdi. Çeşitli seferlere çıkarken Medine’de kalanlara namaz kıldırması için onüç defa yerine vekil bıraktı.
Resûlullah’ın kendisine iltifat göstererek sosyal hayata katılımını sağlaması İbn Ümmü Mektûm’u oldukça mutlu ediyordu. Bununla birlikte “Müminlerden (cihada katılmayıp) oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.” âyeti (Nisâ, 4/95) nâzil olduğunda derinden sarsılmıştı. Gücü yetseydi geri kalır mıydı hiç cihaddan? Böylesi bir sevaptan mahrum kalmak ister miydi? Lakin elinden bir şey gelmiyordu. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti kendisini. Bunun üzerine aynı âyet “özür sahipleri hariç” istisnasıyla birlikte yeniden indirildi. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4) Zira Allah (cc) iki sevgilisini (gözlerini) alarak sınadığı İbn Ümmü Mektûm’a ve onun gibi mazereti olan hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemezdi. İbn Ümmü Mektûm bu ve benzeri bazı olaylarla İslam’da engellilere yönelik hükümlerin belirlenmesine vesile oldu.
İbn Ümmü Mektûm yaşadığı sürece cihada katılma arzusu içinde hep bir uhde olarak kaldı. Yıllar sonra Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bu arzusunu gerçekleştirmeye karar vererek Kadisiye Savaşı’na katıldı. Zırhını kuşanmış elinde siyah sancağıyla ilk ve son kez katıldığı bu savaşta – ya da savaşta aldığı yaralar nedeniyle daha sonra Medine’de – şehit düştü.
Kalpleri olduğu halde anlamayan, gözleri olduğu halde görmeyen, kulakları olduğu halde işitmeyen görünürde sağlıklı nice bahtsız insanın aksine karanlık dünyasını imanın nuruyla aydınlatan âmâ sahabi İbn Ümmü Mektûm, Rabbinin rızasına giden yolda engelleri aşarak sonunda arzu ettiği mertebeye ulaştı.
Diyanet Aylık Dergi 2013
AYET-İ KERİME MEALİ
“Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.”
Haşr 59/19.
HADİS-İ ŞERİF MEALİ
“Kim bir namazı unutursa onu hatırladığında kılsın. Zira onun kefareti ancak budur…”
Buhârî, Mevakîtü’s-salât, 37.
İLMÎHAL SORUSU VE CEVABI
Vaktinde kılınamayan namazlar kaza edilebilir mi?
Kur’an’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber bizzat kendisi vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir. Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamışlar; bunun üzerine “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” demiş ve ikindi namazını akşam ile yatsı arasında kaza etmiştir (Müslim, Mesacid ve Mevadi’u’s-salat, 203, 205). Ayrıca Hayber fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında gece uyuya kalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmiş ve “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın” (Buhari, Mevakitu’s-Salat, 35; Müslim, Mesacid, 309, 314; Nesai, Mevakit, 55; Ahmed b. Hanbel, 2/428, 4/441) buyurmuştur. Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın terk edilen namazların kazası ile ilgili herhangi bir hadis mevcut değildir. Fakat bu durum, mazeretsiz geçirilen namazların kazasının olmadığını göstermez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)’in veya bir sahabinin bilerek farz namazları terk etmesi düşünülemez. Vaktinde kılınmayan namazın borçtur ve borç da ancak ödenmekle zimmetten düşer (Şevkani, Neylü’l-evtar, 2/243, 244). Ancak mazeretsiz olarak vaktinde kılınmayan namazların kaza edilmesiyle yetinilmeyip, ayrıca tövbe edilmesi gerekir.
GÜNÜN DUASI
Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığıyla bize vaad ettiklerini ver; kıyamet gününde bizi rezil etme! Sen asla sözünden caymazsın.” (Âl-i İmrân, 3/193-194.)