EDEP VE HAYÂ
Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir gün ashâbına; “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz!” buyurdu. Ashab, “Yâ Resûlallah! Biz zaten Allah’tan hayâ ediyoruz, elhamdülillah!” şeklinde karşılık verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, sözlerine şöyle devam etti. “Hayâ, sadece sizin anladığınız manada değildir. Allah’tan hakkıyla hayâ etmek, bütün organları her türlü günah ve haramdan korumaktır. Dünyanın geçici nimetlerine aldanmamaktır. Ölümü ve ölümden sonraki hayatı asla unutmamaktır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 24.)
Rabbimizin insanın fıtratında var ettiği duygulardan biri de edep ve hayâdır. Edep ve hayâ, Efendimizin de işaret ettiği gibi yaratılış hikmet ve gayesine uygun, insana yaraşır bir hayat sürme çabasıdır. Edep ve hayâ, insanın nefsini terbiye etmesi, kendini ve haddini bilmesidir. (İsrâ, 17/37.) Ruhunu Kerim Kitabımızın mana sofrasından besleyen müminler, kâmil insan olma yolunun edep ve hayâdan geçtiğini bilirler. Müminin söz ve davranışları edeple değer bulur. Edeple yapılan tövbe makbul olur. Dua ve ibadetler, edeple eda edilirse Allah’a yükselir ve sahibini yüceltir. Edep ve hayâyı kuşanan kalpte ancak hayır ve güzellik bulunur. Edebi şiar edinmiş bir zihinden ancak faydalı düşünceler sadır olur. Edeple konuşan bir dilden ancak hayırlı ve hoş sözler dökülür. Böyle bir dil, kendini ilgilendirmeyen boş sözlerden, dedikodu, yalan, iftira gibi mümine yakışmayan konuşmalardan uzak durur. Edep ve hayâ ile nazar eden göz, kendi ayıbını aramaktan başkalarının kusur ve noksanını göremez. “Söyle müminlere, gözlerini muhafaza etsinler.” (Nûr, 24/30-31.) âyetinin terbiyesinden geçen göz, mahremiyet sınırlarını ihlal edemez. Edep ve hayâ perdesine bürünen kulak, Rabbimizin hoşnut olmadığı her türlü söze kapalıdır. Edep ve hayânın tadına varan gönül, kin, haset, kibir, nefret gibi her türlü nefsani duygunun esaretinden kurtulur.
İnsan her yaşta, her çağda ve her konumda edep ve hayâya muhtaçtır. Edep, bizim medeniyetimizde üstün bir ahlâkî meziyet olarak değer görmüştür. Ancak bugün büyük oranda insanlık, bir edep ve hayâ mahrumiyeti, bir ahlak çöküntüsü yaşamaktadır. Günümüz dünyasında ahlâkî değerler giderek yozlaşmaktadır. Öyle ki, önceleri edep ve hayâ sahibi olanlar övülür, değerli görülürken, şimdilerde edepli davranmak ve hayâlı olmak bir eksiklik, bir zayıflık gibi algılanmaktadır. Edebe aykırı sözler sarf etmek ve ahlâk dışı davranışları alenî olarak işlemek ise ne acıdır ki kimilerince cesaretin, özgüvenin ve özgürlüğün göstergesi kabul edilmektedir.
Nice zihinler, gönüller ve bedenler edep ve hayâ ile yücelmek yerine edepsizliğin girdabında boğulmaktadır. Fıtratı zedeleyen, ahlakı zayıflatan, hayâ perdesini yırtan araçlar her geçen gün artmaktadır. İnsanlık, nicelerinin ar damarlarının çatlayışını üzüntü ve ibretle izlemektedir. Kimi sosyal medya ortamları, ekranlar, sayfalar her gün hataya teşvik eden, günahı tatlı gösteren, kötüye ve şiddete müsaade eden kareler yayınlamaktadır. Çocuklar istismar malzemesi hâline getirilmekte; kadınlar, cinsel meta olarak görülmektedir. Dün harama karşı edeple öne eğilen başlar, hürmetle çevrilen gözler bugün sınır tanımaz bir biçimde harama yönelebilmektedir.
Bütün bunların temelinde erdem ve ahlak üzerine bina edilmeyen bir hayat anlayışının var olduğu aşikârdır. Edep ve hayâ yoksunluğu, insanın değer bakımından yoksullaşmasının bir ifadesidir. Edepsizlik, değersizliktir. İnsanın fıtratında var olan edebi, hayâyı kaybetmek, kişiyi “en şerefli varlık” olmaktan çıkararak değersizleştirir. Peygamberimiz, hayâ ve edebin, imanın bir tezahürü olduğunu, bu meziyetlerden kendini mahrum edenlerin ise hüsrana sürükleneceklerini haber vermektedir. (Tirmizî, Birr ve Sıla, 65.)
Geliniz! Edep ve hayânın eşsiz bir hazine olduğunu bir kez daha hatırlayalım. İşe önce kendi ayıplarımızı görüp düzeltmekle başlayalım. Zamanın ve mekânın hakkımızda şahitlik yapacağı hesap günü gelmeden önce kendimizi hesaba çekelim. Mümin olmanın hakkını verebilmek için gayret gösterelim. Her hal ve hareketimizde Resûl-i Ekrem (s.a.s) Efendimizin ahlak ve edebini örnek alalım.
Bugünkü yazımızı, müminin nişanı olan edebe dair şu veciz ifadelerle bitirmek istiyorum:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,
Giy o tâcı emin ol her belâdan.
Allah Resûlü’nün Manevi Evladı: Zeyd b. Hârise (r.a.)
Hârise b. Şerâhîl her yerde oğlunu arıyor bir türlü bulamıyordu. Henüz sekiz yaşlarındaki oğlu Zeyd, annesiyle birlikte Benî Ma’n’daki akrabalarını ziyarete giderken kaçırılmış, o günden sonra kendisinden hiçbir haber alınamamıştı. Oğlunun hayatta olup olmadığını dahi bilmeyen yüreği yanık baba acısını dizelere döküyor, dertli dertli şiirler okuyordu.
Yemen illerinde ailesi onu ararken Zeyd kilometrelerce uzaktaydı. Kendisini kaçıran Benî Kayn sülalesinin mensupları onu Ukaz çarşısında köle olarak dört yüz dirheme satmışlardı. Yaşadığı bu üzücü hadiselerin ardından yeni efendisi Hakîm b. Hizam’la yola düşen Zeyd, hayatının bundan sonrasında Rahman’ın büyük lütuflarıyla rahata ereceğinden habersiz, kutsal belde Mekke’ye geldi. Efendisi Hakîm, bu güzel yüzlü masum köleyi halası Hz. Hatice’ye, Hz. Hatice de biricik eşi Hz. Peygamber’e hediye etti. Böylece Zeyd, Âlemlere Rahmet olarak gönderilecek bir peygamberin sıcacık yuvasına dahil olarak sevgi ve şefkat dolu bir yaşantıya kavuştu.
Resûlullah, Zeyd’e çok değer veriyor, ona gerçek bir baba gibi kol kanat geriyordu. Zeyd, Hz. Peygamber’in yanında öylesine huzurluydu ki karşısında öz babasıyla amcasını gördüğünde ne yapacağını bilemedi. Hac için Mekke’ye gelen akrabalarından oğlunun izine ulaşan Hârise, kardeşiyle birlikte Resûlullah’ın yanına kadar gelmiş, Zeyd’i fidyesi karşılığında geri almak istiyordu. Zeyd’den ayrılma fikri ona da ağır gelmiş olacak ki bu isteği hemen yerine getirmek yerine şu sözlerle karşılık vermeyi tercih etti Sevgili Resûl: “Onu çağırın ve istediğini seçmesine izin verin. Eğer sizi tercih ederse o sizindir, fidye vermeniz de gerekmez. Fakat beni tercih ederse Allah’a yemin olsun ki beni tercih edeni, ben kimseye tercih etmem.” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 30). Söz hakkı kendisine verilen Zeyd, “Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen benim için baba ve amca yerindesin.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 352) diyerek Allah Resûlü’ne olan bağlılığını dile getirdi. Babasıyla amcası “Yazıklar olsun sana!” diyerek Zeyd’in anne babasının yanında hür olmak yerine vatanından çok uzaklarda köle olarak kalmak istemesine hayret ettiklerini belirtirken o, Resûlullah’a duyduğu sevgiyi sözcüklere sığdıramıyor, “Ben bu adamda öyle bir şey gördüm ki ebediyen ona kimseyi tercih etmem.” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 41-42) demekle yetiniyordu. Bunun üzerine Allah Resûlü Kâbe’nin etrafında bulunan Mekkelileri de şahit tutarak herkesi şaşırtan şu açıklamayı yaptı: “Zeyd, (bugüne kadar benim hizmetçimdi, artık hürdür. Bugünden sonra da) benim oğlumdur (evlâtlığımdır). O, benim mirasçımdır, ben de onu vârisim kılıyorum. Hepiniz şahit olun.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 352) Aralarında yalnızca on yaş bulunmasına rağmen bu olaydan sonra “Zeyd b. Muhammed”, yani “Muhammed’in oğlu Zeyd” diye şöhret buldu Zeyd. Nasıl ismi her daim Allah Resûlü ile birlikte anılıyorsa kendisi de ondan ömür boyu hiç ayrılmadı. Getirdiği ilahi mesajı ve peygamberliğini ilk kabul edenler arasında yer aldı ve sıkıntılı Mekke döneminde onun hep yanı başında oldu. Hz. Peygamber’in eşi ve amcasını kaybettiği hüzün yılında son bir umutla İslam’a davet için gittiği Taif’te de yegâne yoldaşıydı. Hakaretlere uğrayıp taş yağmuruna tutulan Rahmet Peygamberi’nin hayatı boyunca “en ızdıraplı günü” olarak hatırladığı bu günde Zeyd, vücudunu ona siper ederek canı pahasına onu korumaya çalıştı. Medine yıllarında da onunlaydı hep, Allah Resûlü onu ordulara komutan tayin ediyor, bazen de Medine’de kendi yerine vekil bırakıyordu. Yaşadığı müddetçe Resûlullah’ın sağ kolu olmaya gayret eden vefakâr Zeyd’i Allah Resûlü de çok ama çok seviyordu. Evlatlıkların öz oğullar gibi sayılamayacağını bu nedenle onların kendi babalarına nispet edilmesi gerektiğini bildiren Ahzâb sûresinin âyetleri indikten sonra “Zeyd b. Hârise” ismiyle çağrılmaya başlasa da o, Allah Resûlü’nün gözdesiydi ve saadet asrının seçkin simaları arasında “Hibbü Resûlillah/Allah Resûlü’nün sevdiği kişi” sıfatıyla meşhur oldu.
Diyanet Aylık Dergi 2013
AYET-İ KERİME MEALİ
“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” İnsan 76/9.
HADİS-İ ŞERİF MEALİ
“Herhangi bir Müslüman, bir Müslüman’a elbise giydirirse o elbiseyi kullandığı sürece o Müslüman, Allah’ın korumasındadır.” Tirmizî (2484).
İLMİHAL SORUSU VE CEVABI
Allah Teâlâ’nın, mü’min kulunu koruması nasıl olmaktadır? Açıklar mısınız?
Allah Teâlâ'nın, mü'min kulunu muhafazası (koruması) iki türlüdür:
Birincisi:
Allah Teâlâ'nın, kulunun bedenini, çocuğunu, eşini ve malını muhafazası gibi dünya işleriyle ilgili korumasıdır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Onun önünde ve arkasında, Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır.” (Rad,11)
İkincisi:
Bu en şerefli ve en kıymetli olanıdır. Allah Teâlâ'nın kulunu, dîni ve îmânı hakkında muhafaza etmesidir. Onu saptırıcı şüphelerden, haram olan şehvetlerden ve ölümü anında îmânsız gitmekten korur. Nitekim Peygamber (s.a.v.), Ömer b. Hattab'a (r.a.) şöyle duâ etmesini öğretmiştir:
"Allah'ım! Ayaktayken beni İslâm ile muhafaza et. Otururken beni İslâm ile muhafaza et. Yatarken beni İslâm ile muhafaza et. Beni düşmanın ve hasetçinin diline düşürme! Allahım! Anahtarları senin elinde olan her türlü iyiliği senden dilerim. Yine, anahtarları senin elinde olan her türlü kötülükten sana sığınırım." Elbânî, “Sahîhu’l-Câmi'” ‘hasen hadis’
GÜNÜN DUASI
Allah’ım! Bize imanı sevdir, kalplerimizi imanla süsle. Bize küfrü, itaatsizliği ve isyanı sevdirme, kerih göster, bizi doğru yolu bulanlardan eyle. (Hâkim, De’avât, No:1868)