Kalplere Hayat Veren İksir: Zikir
Yüce Rabbimiz, eşsiz Kitabımız Kur’an-ı Kerimde müminler hakkında şöyle buyuruyor: “Onlar, kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13/28.)
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.s): “Rabbini zikreden ile zikretmeyenin durumu, diri ile ölünün durumuna benzer.” (Buhârî, Deavât, 66.) buyurmaktadır.
Göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir. Göklerde ve yerde bulunan her şey, âlemlerin yaratıcısı olan Allah’ı, kendilerine özgü bir lisanla tespih ederler. Kerim Kitabımız, bu hakikati şu ifadelerle bize haber verir: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”(İsra, 17/44.)
Zikir, Allah’ın birliğini, sonsuz kudretini ve yüceliğini dile getirmek, O’nun nimetlerini tefekkür ve tezekkür etmektir. Zikir, gündelik hayatın ruhlarımızı, kalplerimizi yorgun düşüren çekişmelerinden, meşgalelerinden uzaklaşıp Rabbimizin rızasını aramaktır. Bir duruş, bir diriliştir zikir. Özümüzdeki, sözümüzdeki, gözümüzdeki, hâsılı bütün benliğimizdeki hakkı-hakikati perdeleyen her türlü örtüyü, kaldırmaktır, her türlü gafletten kurtulmaktır. Zikir, bizi Rabbimizden uzaklaştıracak her şeyi kalbimizden söküp atmaktır. Evrendeki varlıkların deruni zikrine gönül, zihin, dil ve beden ile ortak olmaktır zikir; hamd ile Allah’ı tesbih etmek ve O’na gönülden ibadet etmektir. Ve zikir, “Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz” (A’raf 7/23.) niyazıyla Rabbimizin engin rahmetine sığınmaktır.
Zikir, dil, kalp ve bedenle olur. Dil ile zikir, Allah’ı anmak, O’na yalvarıp yakarmak, hak ve hakikati söylemektir. Kalp ile zikir, Allah’ın varlığı ile ilgili her türlü şüpheden uzaklaşıp O’nun muhabbetiyle hemhal olmaktır. Beden ile zikir ise tüm benliğimizle Allah’ın rızasını aramaktır, varlığımızı ve imkânlarımızı O’nun yolunda seferber etmektir, O’nun emirleri doğrultusunda bir hayat sürmektir.
Allah’ı zikir, kalpleri sükûnete erdirir, ruhları besler, akılları doğru hedefe ulaştırır. Kula idrak, feraset ve şuur kazandırır. Onu gafletten, karamsarlıktan, umutsuzluktan korur, hayatı anlamlı kılar. İnsan, zikir sayesinde sahipsizlik ve yalnızlık duygusundan uzaklaşır, kendisini her daim muhafaza eden bir sahibinin olduğu bilincine varır. Bizi en güzel şekilde yaratan, başta akıl olmak üzere türlü nimetlerle donatan Rabbimizi zikretmemek, O’nu unutmak, O’nun razı olmayacağı bir hayat yaşamak ne vahim bir gaflettir! Zira Yaratanını kaybeden, O’ndan bîhaber olan, varlık adına ne bulmuştur ki? O’nun rızasına ulaşan, O’na yaraşır bir kul olarak yaşayan neyi kaybetmiştir ki?
Üzülerek belirtelim ki, dünya meşgalesi, istikbal kaygısı, kimi zaman kalplerimizi ve benliğimizi öylesine kuşatıyor ki; bizleri yaratılış amacımızdan ve Rabbimizin rızasından uzaklaştırıyor. Zaman zaman dillerimiz zikrin tadını, kalplerimiz zikretmenin huzurunu, vicdanlarımız zikirle geçen zamanların bereketini unutuyor. Zikirden mahrum hayatlarımız adeta kurak çöle dönüşüyor. Bazen mutluluğu ve huzuru geçici tutkularda arıyoruz. Bu tutkular, doğru düşünmemize, doğruyu dinlememize ve dillendirmemize adeta perde oluyor. Oysa Yüce Rabbimiz, geçici nimetlere tutkuyla bağlanmama ve kendisini bir an olsun unutmama konusunda bizleri şu ayeti kerime ile uyarıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Münafikun, 63/9.)
Öyleyse geliniz dilimizle, kalbimizle ve bedenimizle her daim Rabbimizin rızasını arayalım. Allah’ın lütfettiği ömrümüzü zikrin aydınlığında hayırlı ve faydalı işlerle değerlendirelim. Her daim Rabbimize hamd ederek, şükrederek O’nun rızasına ermek için gayret edelim. Rabbimizin bize bahşettiği her bir organımızın, sağlığımızın, her bir imkânımızın, her bir anımızın, nimet olduğu kadar birer emanet olduğunun bilincinde olalım.
Bugünkü yazımızı Peygamberimiz (s.a.s)’in şu duası ile bitirmek istiyorum: “Rabbim! Beni sana çokça şükreden, seni çokça zikreden, senin azabından çekinen, sana hakkıyla itaat eden, sadece senin için eğilen, daima sana yalvarıp yönelen bir kişi eyle! (İbn Mâce, Duâ, 2.)
İki Nur Sahibi Hayırlı Eş: Hz. Osman (r.a.)
İslam’a gönül veren Mekkelilerin vatanlarını terk etmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş. Aylardan Ramazan. Yer, Bedir. Mekke ile Medine arasında, kervan yollarının kesiştiği yerde bulunan bu küçük kasaba, bugün kıran kırana bir mücadeleye sahne oluyor. Küfrün azılı önderleri, İslam’ın kökünü kazımak için seferber olmuş, tam teçhizatlı heybetli bir ordu hazırlamışlar. Kin ve nefret hisleriyle dolu yürekleri, kibirli duruşlarıyla, bir zamanlar yan yana yürürken “Müslüman” oldukları için düşman kesildikleri kardeşlerine meydan okuyorlar. Sayıları çok daha az olan iman erleri ise “Haydi kalkın! Genişliği göklerle yeryüzü kadar olan cennete!” (Müslim, İmâre, 145) diyen Resûlullah’ın öncülüğünde onları korkusuzca karşılıyor.
Yüce kitabında “Furkan Günü” olarak anıyor Rabbimiz bugünü (Enfâl, 8/41). Çünkü bugün, hak ile bâtıl birbirinden ayrılıyor. Müminler tek vücut olmuşken Allah Teâlâ da üç bin meleğini yardıma göndererek (Âl-i İmrân, 3/124) onlara şöyle buyuruyor: “Ben de sizinle beraberim. Haydi, iman edenlere destek olun!” (Enfâl, 8/12). Vazifeli olduğu için Medine’de bırakılan birkaç mümin var ki onların da yürekleri burada çarpmakta. Onlardan biri, Allah Resûlü’nün damadı Osman b. Affân: bizim aşina olduğumuz ismiyle, Hz. Osman.
Bedir’de savaş tüm hızıyla sürerken Hz. Osman, sevgili eşi Rukiyye’nin başında bekliyor. Bir yandan savaşa katılamamanın burukluğunu duyarken bir yandan da nice zorlukları birlikte aştığı sevgili eşini kızamık hastalığının pençesinden kurtaramamanın üzüntüsünü yaşıyor. Onunla olan birlikteliği Müslüman olmasından kısa bir süre sonra başlamıştı. Önceleri Ebû Leheb’in oğlu Utbe ile nişanlı olan Rukiyye, İslam’ın aydınlığında kendisine hayat arkadaşı, can yoldaşı olmuştu. Hz. Osman, Müslümanların ilk yıllarda çektiği sıkıntıları onunla birlikte göğüslemiş, Resûlullah’ın tavsiyesi üzerine onunla Habeşistan’a göç etmişti. Gurbetin yükünü onunla birlikte çekmiş, vatanlarına döndükten sonra yine el ele verip Medine’ye hicret etmişlerdi. Hz. Osman’nın Rukiyye’den “Abdullah” adında bir oğlu olmuştu ve böylece Hz. Osman, Ebû Abdullah künyesiyle anılmaya başlanmıştı. Ve işte şimdi henüz yirmi iki yaşlarında olan biricik eşini yalnız başına ebedî âleme uğurluyordu. Resûlullah henüz Bedir’den dönmemişti. Bu yüzden Hz. Osman, onun emaneti olan sevgili eşinin cenaze namazını kendisi kıldırdı. Zafer müjdesini getiren haberciler geldiğinde Bakî’ Mezarlığı’nda defin işlemleri devam etmekteydi.
Kızının cenazesine yetişemeyen Allah Resûlü, gitmeden önce “Sana, Bedir Savaşı’na katılmış bir gazinin sevabı ve ganimet payı vardır.” diyerek ona bakmakla görevlendirdiği (Buhârî, Fedâilü ashâbi’n-nebî, 7) damadı Hz. Osman’ı Bedir’e katılanlardan saydı ve ona ganimetten hisse verdi. Eşinin vefatıyla mahzun olan Hz. Osman’ın ise bambaşka bir üzüntüsü vardı: Rukiyye’nin vefatıyla hayat yoldaşını kaybetmekle kalmıyor Resûlullah ile olan akrabalığı da sona eriyordu.
Sakin bir kişiliğe sahip olan Hz. Osman, Allah Resûlü’nün ifadesiyle “kendisinden meleklerin bile utanıp çekindiği” (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 26) hayâ timsali, güzel ahlakıyla meşhur bir mümindi. Müminler için ne zaman bir yardım çağrısı yapılsa en büyük maddi yardımı yapmaktan geri durmazdı. Rabbinin kendisine bahşettiği serveti O’nun yolunda harcamaktan memnuniyet duyar, böylece O’nun rızasına erişmekten başka gaye gütmezdi. Onun yüzünü güldürecek haber de bizzat Rabbinden geldi. Bir gün mescidin kapısında karşılaştığı Hz. Peygamber, kendisine şu müjdeyi verdi: “Ya Osman! Bu, Cebrail’dir. Kızım Rukiyye’nin mehri kadar mehir karşılığında, onunla yaptığın hayat arkadaşlığı gibi bir arkadaşlık yapmak üzere, Allah’ın (kızım) Ümmü Gülsüm’ün nikâhını sana kıydığını bana haber verdi.” (İbn Mâce, Sünne, 11/3). Böylece Resûlullah’ın iki kızıyla evlenme bahtiyarlığına eren Hz. Osman, diğer bütün üstün meziyetlerinin yanı sıra “Zünnûreyn” yani “İki Nur Sahibi” lakabıyla şöhret buldu ve hayırlı bir eş olarak tarih sayfalarındaki yerini aldı. Öyle ki ikinci eşi Ümmü Gülsüm’ün vefatından sonra Hz. Peygamber, “Üçüncü bir kızım olsa onu da seninle evlendirirdim.” (Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, I, 178) sözleriyle onu teselli edip kızlarına eş olmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
“Diyanet Aylık Dergi 2013”
Ayet-i Kerime Meali
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz (den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” Bakara 2/177.
Hadis-i Şerif Meali
Allah rızası için bir gün oruç tutan kimseyi, Cenab-ı Allah bu sayede cehennemden yetmiş sene uzaklaştırır. (Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167-168.)
İlmihal Sorusu ve Cevabı
Oruç tutmamayı mubah kılan haller nedir?
İbadetlerle yükümlü olma şartlarını taşıdığı halde bazı özel durumlardaki kimselere oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. Ayet-i kerimenin ifade ettiği şekilde; hasta, yolcu ve oruç tutmaya güç yetiremeyecek düşkünlükte olanlar Ramazan‟da oruç tutmayabilirler (Bakara 2/185; bkz. Kâsânî, Bedâiü‟s-sanâî, II, 609). Bu durumdaki kimseler oruç tutmayı engelleyen durumları ortadan kalktığında oruçlarını kaza ederler. Sağlığı bundan sonra oruç tutmaya elverişli olmayanlar bir yoksul doyumluğu fidye verirler (Bakara, 2/184). Oruç tuttuğu takdirde kendisinin veya çocuğunun zarar görmesi muhtemel olan gebe veya emzikli kadınlar da, sağlık durumu oruç tutmak için elverişli olmayanlar arasında değerlendirilmiştir. Bu durumda olanlar da oruç tutmayabilirler. Hatta zarar görme ihtimali kuvvetli ise tutmamaları gerekir. Durumları normale döndüğünde tutamadıkları oruçları kazâ ederler (Sahnûn, elMüdevvenetü‟l-Kübrâ, Beyrut, 1999, I, 335, 336; Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 592; İbn Kudâme, Kâfî, I, 346; Kâsânî, Bedâiü‟s-sanâî, II, 616).
Günün Duası
“Allah’ım! Bütün işlerimin sonucunu güzel eyle, beni dünyada rezil olmaktan ve ahiret azabından koru.” (İbn Hıbban, Ed’ıye, No: 949; el-Heysemi, Ed’ıye, 33, No: 17390)