Şükür Nimetleri Artırır
Köylerim'de Ramazan 17. Gün. Ramazan' ın 17. gününde Şükür Nimetleri Artırır konusuna göz atıp, Oruç tutacak gücü olduğu halde tutmayan bir kimse, bu oruçlarının fidyesini vererek oruç borcundan kurtulmuş olur mu? sorusuna cevap arıyoruz.
ŞÜKÜR NİMETLERİ ARTIRIR
Rabbimiz, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “Beni anın ki Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara 2/152.) Peygamberimiz (s.a.s)’in dilinden ise şükür konusunda şu dua dökülüyor: “Allahım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana en güzel şekilde kulluk etmek için bana yardım eyle!” (Ebû Dâvûd, Vitir 26.)
Elbette ki şükür konusunda sadece bu niyaz ile yetinmemiştir Allah Resulü (s.a.s). O, her daim Rabbinin ikramlarına hamd ve şükürle yaşamıştır. O’nun verdiği nimetlere duyduğu minnettarlıkla, her daim Rabbine yönelmiştir. Allah’ın mağfiretine, ebedi nimetlerine mazhar olmasına rağmen sabahlara kadar ibadetle meşgul olmasının sebebini soran Aişe validemize Kutlu Elçi’nin verdiği şu cevap ne kadar da anlamlıdır: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı ey Âişe?” (Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Sıfâtü'l-Münâfıkîn, 81.)
Değerli Kardeşlerim! Âlemlerin Rabbi, bizi mükerrem bir varlık olarak yarattı. Varlık âleminin sayısız nimetlerini önümüze serdi. Bizi, bütün bu nimetlerden yararlanabileceğimiz duyu ve yeteneklerle donattı. Sonra da, hangimiz daha hayırlı ve güzel işler yapacak diye bizi sınamak için dünyaya gönderdi. Bizler, bu dünyada birer misafiriz. Misafiri olduğumuz bu âlemin her yerinde Allah'ın nimetlerini görüyoruz. Her lokmada O'nun ikramlarını tadıyor, her nefeste O'nun bize bağışladığı hayatı yaşıyoruz. Bir an için duralım ve son birkaç saatimizi düşünelim. Bu birkaç saat içinde sahip olduğumuz nimetleri şöyle bir hatırlayalım. O nimetlerin her biri ile nasıl buluştuğumuzun muhasebesini yapalım. O nimet, toprağın derinliklerinden çıkan bir ağacın meyvesi ise, Allah onu çeşitli aşamalardan geçirerek bizim için yaratmıştır. Eğer o, bir damla su ise, Allah onu okyanuslardan bulutlara, bulutlardan yeryüzüne indirmiş, nihayet bardağımıza kadar bizim için getirmiştir. Eğer o bir ışık ise, Allah onu göklerin derinliklerindeki güneşten bize göndermiştir. Yüce Rabbimizin ikramını gördükten sonra, bir bakalım, bütün benliğimizi kaplayan o şükran duygusu bizi nerelere götürecek! İşte o zaman Rabbimizin bize bağışladığı bunca nimet arasında şükretmenin ayrı bir yeri olduğunu göreceğiz.
Şüphesiz her nimetin, bir şükrü ve beraberinde getirdiği sorumluluklar vardır. İyi bilelim ki, şükretmek sadece “Elhamdülillah, Ya Rabbi çok şükür” demekten ibaret değildir. Şükür, her nimeti, Allah'ın razı olacağı şekilde değerlendirmektir. Bedenimizin, aldığımız her nefesin, aklımızın, gençliğimizin, zenginliğimizin, ilmimizin ve nihayet bütün bir ömrümüzün kendine has bir şükrü vardır. Bedenimizin şükrü, onu yaratılış hikmet ve amacına uygun olarak kullanmaktır; zararlı alışkanlıklar ve boş uğraşlarla onu israf etmemektir. Aklımızın ve ilmimizin şükrü, bildiğimiz hakikatleri öncelikle kendi hayatımızda tatbik etmek ve başkalarına da öğretmektir. Gençliğimizin şükrü, sahip olduğumuz enerjiyi hak, hakikat, adalet ve insanlığa hizmet uğrunda tüketmektir. Zenginliğimizin şükrü, paylaşmaktır; infakta bulunmaktır; muhtaç, mağdur, mazlum kardeşlerimize el uzatmaktır. Ömrümüzün şükrü, onu bize lütfeden Rabbimizin rızasını kazanacak bir hayat sürmektir.
Allah, herkese şükretmesine vesile olabilecek imkanlar lütfetmiştir. Bu imkanlar farklılık gösterebilir. Yeter ki bu farklılıklar karşısında tamahkâr değil, kanaatkâr, engin bir ruha sahip olabilelim. Kaldı ki Resul-i Ekrem (s.a.s) Efendimiz de sahip olmamız gereken bu ulvi meziyete şu hadisiyle işaret etmektedir: “Maddi anlamda durumu sizden daha kötü olanlara bakın; daha iyi olanlara bakmayın. Bu, Allah’ın size verdiği nimetleri küçümsememeniz bakımından daha uygun olur.” (Müslim, Zühd ve Rekâik, 9.) Öyleyse şükür bir gönül, bir yürek, bir kanaat işidir. Şükür, kulluk bilincinin en güzel tezahürlerinden biridir. Nice varlığa rağmen dili ve gönlü şükür yoksunu kimselerin varlığı bir hakikattir. Buna karşılık maddi anlamda çok fazla kazanımı olmayan ama şükürle müzeyyen bir dil ve gönül ehli kimselerin varlığı insanlık adına hepimizi mutlu etmektedir. Unutmamak gerekir ki; şükür, nimetleri artırır. İsyan ve nankörlük ise mahrumiyete sürükler. Yüce Mevlamız, bu hususu bize şöyle haber verir: “Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7.) Bugünkü yazımızı, Kur’an-ı Kerim’de İbrahim (a.s)’in dilinden bizlere öğretilen iman, sadakat, teslimiyet ve şükür ifadeleri ile bitirmek istiyorum: “Allah, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. O, beni yediren ve içirendir. Hastalandığımda da bana şifayı Allah verir. O, benim canımı alacak ve sonra diriltecek olandır. O, hesap gününde, hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihlerin arasına kat!” (Şuarâ, 26/78-83.)
Varlık İmtihanında Faziletli Bir Yiğit: Abdurrahman b. Avf (r.a.)
Medine’ye geldiğinde ne malı mülkü vardı ne de çoluk çocuğu. Tarih boyu insanların uğruna savaş çıkaracak kadar düşkün oldukları bütün dünya nimetlerinden yoksundu ama cahiliye karanlığından sıyrılıp imanın tadına varmış bu gencin yaşamında bunların pek de önemi yoktu. Rahat bir hayatı terkedeli yıllar olmuştu. Hz. Ebû Bekir aracılığıyla İslam’a açılan yüreği Resûlullah’ın getirdiği ilahi mesajlarla can bulmuştu. Müslüman adıyla anılan ilk sekiz kişinin arasına dahil olduğu o günden beri hayatın zorluklarıyla karşılaşmıştı hep. Müşriklerin eziyetleri ve tahammül sınırlarını zorlayan bin bir türlü sıkıntıyla geçen senelerin ardından öz vatanı dahil sahip olduğu her şeyi geride bırakıp hicret etmek… Çöl ikliminden çıkıp deniz aşırı bilinmedik bir coğrafyada, yabancı bir kültürde yetişmiş tanımadık yüzlerle bir arada yaşamak zorunda kalmak... Habeşistan denilen bu ülkede görünür sıkıntılardan azade fakat Allah Resûlü’nden çok uzaklarda olmanın verdiği ıstırapla belirsizlik içerisinde bekleyedurmak… Bütün bu yaşananlardan sonra Rahmet Elçisi’yle Medine’de yepyeni bir hayata başlamaktan daha büyük bir nimet olabilir miydi onun için? Medine’de Resûlullah’ın kendisine kardeş eylediği Sa’d b. Rebî, akılları baştan alan bir teklifle karşısına geldiğinde hiç düşünmeden reddetmesi bu yüzdendi. Şehrin en varlıklı şahsiyetlerinden biriydi Sa’d. Bu muhacir kardeşine evinin kapılarını ardına kadar açmış, bütün varlığını yarı yarıya kendisiyle bölüşmek istediğini bildirmişti. O ise Ensar kardeşine bu güzel tekliften dolayı teşekkür edip hayır duada bulunmakla yetinmiş, “Siz bana çarşının yolunu gösterin.” (Buhârî, Büyû’, 1) deyivermişti. O gün bir miktar yağ ve keş kazanarak çarşıdan dönen Abdurrahman b. Avf, bugün hatırı sayılır zengin bir tüccar olarak çarşıdan dönüyordu. Yanında samimi dostu Nevfel b. İyâs el-Huzelî vardı. Birlikte eve gelip bir müddet dinlendikten sonra kendilerine getirilen sofraya kuruldular. Yemekte et ve ekmeği görünce dayanamadı birden, ağlamaya başladı. Onun bu halini şaşkınlıkla izleyen Nevfel’in “Nedir seni böyle ağlatan?” sorusu üzerine Abdurrahman’ın dilinden şu cümleler dökülüverdi: “Allah Resûlü bu dünyadan gelip geçti de, ne kendisi ne de ailesi efradı doyuncaya kadar arpa ekmeği yemedi.” (Tirmizî, Şemâil, 174)
“Resûlullah (s.a.v.) ile beraber zorluklarla imtihan edildik ve sabrettik. Hz. Peygamber zamanından sonra ise bollukla imtihan edildik, fakat sabredemedik.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 30) diyordu Abdurrahman b. Avf. Medine’ye geldikten sonra kısa sürede ticaretini geliştirmiş, büyük bir servetin sahibi olmuştu. Kendisine bahşedilen nimetlerin hesabını verememekten endişe ediyor, kendisinin ve mümin kardeşlerinin sıkıntı dolu günlerini hiç unutamıyordu. Oruçlu olduğu bir günün nihayetinde iftar edeceği zaman aklına Uhud’da yaşananlar gelmişti: “Benden daha hayırlı olan Mus’ab b. Umeyr öldürüldü, bir parça kıyafetiyle kefenlendi. Başı örtülse ayakları açıkta kalıyor, ayakları örtülse başı görünüyordu. Hamza da şehit edildi ki o da benden hayırlıydı. Sonra bize dünya nimetleri verildikçe verildi. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkuyorum!” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, IV, 375, no: 940) Bu sözlerle gözyaşlarına boğulan Abdurrahman yemeğini bırakmak zorunda kaldı. Halbuki dünya malına tamah etmemişti hiçbir zaman, Rahman’ın bahşettiği nimetleri yine O’nun yolunda seferber eylemiş, hayır hasenat işlerinde her zaman öncülüğü üstlenmişti. Bir günde otuz köleyi azat edip beş yüz deve yükü tutan kervanını bir defada bağışlayacak kadar cömertti. Orduların teçhizinden Hz. Peygamber’in hanımlarına yardıma kadar her sahada servetini infaktan çekinmemişti. Vefat etmeden önce ise malının önemli bir bölümünün Bedir gazilerine verilmesini vasiyet etti.
“Amr’ın kulu (Abdü Amr)” manasındaki ismini değiştirip “Abdurrahman” ismini verdiğinde ömrü boyunca unutamayacağı bir öğüt vermişti sanki ona Allah’ın Resûlü: Hiçbir şeyin değil yalnızca Rahman’ın kulu olmak. İşte bu öğütle zorlukları göğüslemiş refaha erdiğinde, hatta ileriki dönemlerde önemli vazifeler üstlendiğinde dahi bu öğüdü tutma gayretini devam ettirmişti. Ne malın mülkün, ne de şöhretin kölesi oldu. Rahman’ın kuluydu Abdurrahman. Sadece malını değil canını da ortaya koymuştu O’nun için. Uhud’da peygamberine siper ettiği vücudu yirmiden fazla yara almış, hatta bu yaralardan dolayı ayağında aksaklık oluşmuştu. Buna rağmen Resûlullah ile birlikte tüm savaşlara katıldı. Ona imamlık yapma şerefine erişmiş bu faziletli sahabi, cennetle müjdelenen sahabiler arasında yer alsa da ömür boyu rehavete kapılmadan ahiret kaygısıyla yaşadı.
Diyanet Aylık dergi 2013
AYET-İ KERİME MEALİ
“Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır. İşte bunlar için dünya yurdunun iyi sonucu vardır.” (Rad 13/22)
HADİS-İ ŞERİF MEALİ
Oruçlunun iki sevinci vardır: Birincisi iftar yaptığı zaman sevinir. Diğeri rabbine kavuştuğu zaman orucunun (mükâfatını görünce) sevinir. (Buhârî, Savm 9)
İLMİHAL SORUSU VE CEVABI
Oruç tutacak gücü olduğu halde tutmayan bir kimse, bu oruçlarının fidyesini vererek oruç borcundan kurtulmuş olur mu?
Oruç için fidye verilmesi, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlı kimseler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar için geçerlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Sahabenin uygulaması, fidyeden bahseden ayetteki “oruç tutmakta zorluk çekenler.” (Bakara, 2/185) ifadenin yalnızca yukarıda sayılan kimseleri kapsadığını göstermektedir. Buna göre, oruç tutmaya gücü yettiği halde tutmayan veya geçici bir sebeple tutamayan kimseler hakkında fidye hükmü yoktur (Müslim, Sıyam, 149-150). Mazeretsiz oruç tutmayanların, tutmadıkları oruçları kaza etmeleri ve mazeretsiz tutmadıkları oruçlar için tövbe istiğfar etmeleri gerekir. Ayrıca, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, fidye vermiş bile olsalar, ileride tutabilecek duruma gelirlerse tutamadıkları oruçları Hanefilere göre kaza etmeleri gerekir. Önceden verdikleri fidyeler oruç borcunu düşürmez (Kasani, Bedai, I, 60; Merğinani, el-Hidaye, Beyrut 1990, I, 137).
GÜNÜN DUASI
“Kederleri gideren, sıkıntıları kaldıran, zor durumda kalanların dualarını kabul eden, dünya ve ahiretin rahmanı ve rahîmi olan Allah’ım! Bana ancak sen merhamet edersin, bana Senden başka hiç kimsenin merhametine ihtiyaç duymayacak bir merhamet ihsan eyle.” (Hâkim, De’avât, No:1898)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.