Hasan Sabbah Kimdir? Hasan Sabbah Tarihte Nasıl Öldü?

Hasan Sabbah Kimdir? Hasan Sabbah Tarihte Nasıl Öldü?

Alamut Kalesi ve fedaileriyle ünlü Hasan Sabbah gerçekte kimdir? TRT1 ekranlarında pazartesi akşamları yayınlanan Uyanış Büyük Selçuklu dizisinde en fazla sorgulananlar isimlerden biri Hasan Sabbah oldu.

Hasan Sabbah Selçuklulara neden düşman oldu? Alamut Kalesi ve fedaileriyle ünlü Hasan Sabbah gerçekte kimdir? sorularını yanıt arıyor. Hasan Sabbah ile ilgili merak edilenler haberimizde…

Hasan Sabbah Kimdir?

Hasan Sabbah, 1046 ile 1054 yılları arasında İran’ın Kum şehrinde yaşadığı rivayet olunan isimlerdendir. Yemen’in güneyinde hüküm süren Himyeri krallarının soyuna mensup olduğunu kendi kitabı Sergüzeşt-i Seyyidinâ’da anlatan Hasan Sabbah, İran’daki Nizari-İsmaili Devleti’nin kurucusudur. Hasan Sabbah babasının Yemen’den Kûfe’ye göç ettiğini, oradan da Kum’a ve nihayet Rey şehrine geldiğini ve kendisinin de burada doğduğunu kitabında yazmaktadır. Peki, Hasan Sabbah kimdir? İşte, o isim hakkında Diyanet Vakfı’ndan alınan resmi bilgiler

Hasan Sabbah, 438 (1046-47) veya 445 (1053-54) yılında İran’da İmâmiyye Şîası’nın önemli merkezlerinden biri olan Kum şehrinde doğduğu rivayet edilir. Kendisi, hayatını anlattığı ve adamlarının Sergüzeşt-i Seyyidinâ adını verdikleri eserinde aslen Güney Yemen’de hüküm süren Himyerî krallarının soyuna mensup olduğunu, babasının Yemen’den Kûfe’ye göç ettiğini, oradan da Kum’a ve nihayet Rey şehrine geldiğini ve kendisinin de burada doğduğunu yazmaktadır (Cüveynî, III, 113). Ancak Mîrhând, Nizâmülmülk’e dayanarak Tuslular’ın onun Himyerî asıllı olduğu iddiasını reddettiklerini ve atalarının Tûs’a bağlı bir köyde oturduğunu söylediklerini (İA, V/1, s. 311), İbnü’l-Esîr de Reyli (Râzî) olduğunu belirtmektedir (el-Kâmil, X, 527).


Âlim kişiliğiyle tanınan babası Ali b. Muhammed İmâmiyye Şîası’nın önde gelen simalarından biriydi. Oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi; özellikle felsefî ilimler, kelâm, mantık, fıkıh ve riyâziyyât sahasında köklü bilgi kazanmasını sağladı. Hasan Sabbâh’ın Selçuklu Veziri Nizâmülmülk ile Ömer Hayyâm’ın arkadaşı olduğu ve birlikte Muvaffak-Lidînillâh en-Nîsâbûrî’nin derslerine devam ettikleri, aralarından kim daha önce ikbal ve servete ulaşırsa onun diğerlerine yardım edeceğine dair yeminleştikleri, Nizâmülmülk’ün vezir olunca Hasan Sabbâh’a valilik teklif ettiği, ancak onun merkezden uzaklaşmamak için sarayda bir görev istediği, bu isteği kabul edilince Nizâmülmülk’ün görevine göz diktiği, bunu farkeden Nizâmülmülk’ün onu Sultan Melikşah’ın gözünden düşürüp saraydan uzaklaştırdığı ve Hasan Sabbâh’ın da Mısır’a kaçtığı rivayet edilmektedir. Bu hikâye, Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî tarafından da kabul edilmekle beraber 408’de (1017-18) doğan Nizâmülmülk’ün 438 veya 445’te doğan Hasan Sabbâh ile birlikte aynı hocanın öğrencisi olması uzak bir ihtimaldir.

Henüz yedi yaşında iken ilme istidadı görülen Hasan Sabbâh özellikle din âlimi olmak istiyordu. Bunun için III. (IX.) yüzyıldan itibaren dâîlerin önemli faaliyet merkezi haline gelen Rey şehrine yerleşerek tahsiline burada devam etti ve on yedi yaşına kadar ailesinin mensup olduğu İmâmiyye Şîası’na bağlı kaldı. Bir gün Emîre Zarrâb adlı bir Fâtımî dâîsiyle karşılaştı ve onun konuşmalarından etkilenerek İsmâiliyye mezhebine intisap etti. 464’te (1072) Rey’e gelen Irak bölgesi başdâîsi İbn Attâş, Hasan Sabbâh’ın kabiliyetli bir kimse olduğunu anladı ve ona Fâtımî Halifesi Müstansır-Billâh’ın yanına gitmesini, Dârülhikme’de İsmâilî mezhebi hakkında bilgi edinmesini ve esrâr-ı ilâhiyyeyi öğrenmesini tavsiye etti. Hasan Sabbâh, bu tavsiyeye uyarak 464 (1072) veya 467’de (1075) İsfahan yöresinde İbn Attâş’ın vekili sıfatıyla iki yıl davette bulunduktan sonra Azerbaycan, Meyyâfârıkīn, Musul, Sincar, Rahbe, Dımaşk, Sayda ve Sûr üzerinden Akkâ’ya varıp deniz yoluyla Mısır’a geçti. 471’de (1078) Kahire’ye ulaştı ve başdâî Ebû Dâvûd tarafından karşılandı. Halife Müstansır-Billâh ile görüştü (İbnü’l-Esîr, IX, 448; X, 237) ve yakın ilgisine mazhar oldu (bazı rivayetlerde onun halife ile görüşmediği ifade edilir; Cüveynî, III, 114). Müstansır-Billâh onu hüccet (vekil) seçti ve ileride Horasan’da kendisi adına davette bulunmasını istedi.

Hasan Sabbâh, Müstansır-Billâh’tan sonra hilâfet makamına veliaht tayin ettiği Nizâr’ın, vezir ve başkumandan Bedr el-Cemâlî ise küçük oğlu Ahmed el-Müsta‘lî’nin geçmesini istiyordu. Bedr el-Cemâlî, bu konuda kendisine muhalefet eden Hasan Sabbâh’ı önce hapse attı, sonra da ülkeden sürdü. Başka bir rivayete göre ise Hasan bir yolunu bulup hapishaneden kaçtı, İskenderiye’den bindiği bir gemiyle Mısır’ı terketti ve 10 Haziran 1081’de İsfahan’a ulaştı. Dokuz yıl boyunca bütün İran’ı dolaşarak Bâtınîliğin propagandasını yaptı. Kirman, Yezd ve Hûzistan’dan sonra dikkatini İran’ın kuzeyine Hazar denizi sahillerine, Gîlân, Mâzenderan ve Deylem’in dağlık bölgelerine çevirdi. Burada başına buyruk yaşayan savaşçı bir kavim oturuyordu; İran’ın eski hükümdarları bu insanları hiçbir zaman itaat altına alamamışlardı. Hasan Sabbâh, üç yıl süreyle çalışarak en büyük gayretini Şiî-İsmâilî propagandasından çok etkilenen bu bölgede harcadı ve dağlardaki muharipleri kendi saflarına çekerken gönderdiği dâîlerle yöre halkını da kazandı. Bu sıralarda faaliyetlerini dikkatle izleyen Selçuklu Veziri Nizâmülmülk Rey’deki görevlilere onu yakalamaları için emir verdi; fakat Hasan buradan kaçıp Kazvin’e gitmeyi başardı. Sonunda Rûdbâr vadisinde kendisine karargâh seçtiği ve “beldetü’l-ikbâl” dediği müstahkem Alamut Kalesi’ne yerleşerek Nizârî-İsmâilî Devleti’ni kurdu (6 Receb 483/4 Eylül 1090). Yaptırdığı yeni tahkimat ve yiyeceklerin uzun süre bozulmadan saklanabileceği depolarla kaleyi kuşatmalara dayanıklı, ele geçirilemez bir hale getirdi. Böylece askerî karargâh ve idarî merkez olarak kullandığı Alamut’tan düzenlediği operasyonları idare etmeye başladı.

Müstansır’ın ölümü üzerine yerine Efdal b. Bedr el-Cemâlî ve diğer devlet adamlarının desteklediği Müsta‘lî-Billâh geçti (487/1094). O güne kadar Müstansır’ın adına davette bulunan Hasan Sabbâh bu haberi duyunca isyan edip şer‘an imam olan Nizâr’ı destekledi ve onun adına hutbe okuttu; hatta “fidâî” denilen müridlerinden birkaçını Nizâr’ı veya çocuklarından birini Alamut’a getirmek üzere Mısır’a gönderdi. İsmâilîler, Müstansır-Billâh’ın ölümünden sonra Nizâriyye ve Müsta‘liyye olmak üzere iki gruba ayrıldılar. Hasan Sabbâh, doğuda Nizârî-İsmâilîler’in (el-İsmâîliyyetü’l-cedîde) lideri olarak Alamut’taki karargâhından faaliyetlerini yürüttü ve Fâtımîler’le ilişkilerini tamamen kesti. Şehristânî’nin “ed-da‘vetü’l-cedîde” adını verdiği (el-Milel, I, 192) Nizârî akîdesini Fâtımîler’in akîdesinden, yani “ed-da‘vetü’l-kadîme”den ayıran belirgin özellik, fırka düşmanlarının sadık fidâîler tarafından öldürülmesi usulünün dinî bir vazife ve bir prensip olarak kabul edilmesidir. Ayrıca Hasan Sabbâh eğitim ve öğretimi yasaklamış ve müridlerini cahil bırakmıştır. Ona göre Allah akıl ve düşünceyle değil imamın rehberliğiyle tanınabilir; zira akıl Allah’ı tanımak için yeterli olsaydı herkes aynı fikre sahip olurdu. Halbuki akıl din için yeterli değildir ve bundan dolayı insanların her devirde dini bir imâm-ı ma‘sûmun nezaretinde öğrenmeleri gerekir. Etrafındaki insanlar, Hasan Sabbâh’ın bu düşüncelerinde derin hikmetler gizli olduğuna inanıp peşinden gittiler. Ona kalpten inanan dâîler telkinde bulunurken davetlerini rastgele ve açıkça değil duruma göre yapıyor, önce alışılmış olan telakkilerle işe başlıyorlardı. Bundan dolayı Şehristânî, “Bâtınîler’in her zamanda başka bir şekilde davetleri ve her lisan ile yeni bir itikad ve mezhepleri vardır” der (a.g.e., I, 192). Bâtınîlik Hasan Sabbâh ile yeni bir hüviyet kazandı ve mâsum imam adına davette bulunan dâîlerin yerini, devamlı haşîş (esrar) kullanmaya alıştırıldıkları için “haşşâş” (çoğulu haşşâşûn/haşşâşîn) veya “haşîşî” (çoğulu haşîşiyye, haşîşiyyûn) denilen eli hançerli caniler aldı (haşşâşîn kelimesi Batı dillerine “assassin” şeklinde ve “suikastçı, gizli katil” anlamıyla geçmiştir). Hasan Sabbâh adamlarına cennet vaad ediyor ve kendilerini bekleyen mutluluğu dünyada iken tatmaları için esrar içiriyordu; böylece onları her türlü emrini yerine getirmeye hazır hale getirmişti.

Nizârî-İsmâilîler’in gayesi dinî olmaktan çok siyasî idi ve kendi görüşlerini halka zorla benimseterek mevcut sosyal ve siyasal düzeni çökertmeyi hedefliyordu. Bu gayelerine ulaşmak için kurdukları teşkilât ve eğittikleri fidâîlerden yararlanarak birçok din ve devlet adamını kendilerine has metotlarla ortadan kaldırdılar. Bazı insanları da propaganda veya tehditle kendi mezheplerine çektiler. Hasan Sabbâh adamlarını dinî ve siyasî unsurlarla motive ettiği için kurduğu teşkilât dinamik ve uzun ömürlü olmuştur.

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, İslâm dünyası için ciddi bir tehlike oluşturan Hasan Sabbâh ve adamlarıyla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirdi. Bir yandan Nizâmiye medreseleriyle Sünnîliği takviye ederek onlarla ilmî sahada mücadele verirken öte yandan Alamut ve Rûdbâr bölgesindeki komutanlarından Yoruntaş’a Hasan Sabbâh ve adamlarını şiddetle tenkil etmesi için emir verdi. Yoruntaş’ın Alamut’u kuşattığı bir sırada ölmesi (484/1091) harekâtın sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Ancak Bâtınîler’le mücadeleyi sürdürmek kararında olan Sultan Melikşah, Emîr Arslantaş ile Emîr Koltaş’ı büyük bir orduyla Hasan Sabbâh ve başdâî Hüseyin Kâinî üzerine sevketti. Amîr Kızıl Sarığ’ı da Arslantaş’a yardım etmek üzere Alamut’a gönderdi. Fakat önce Vezir Nizâmülmülk’ün Ebû Tâhir Arrânî adında bir fidâî tarafından öldürülmesi, arkasından Sultan Melikşah’ın henüz otuz sekiz yaşında iken şüpheli bir biçimde ölümü (485/1092) harekâtın başarıya ulaşmasını engelledi. Bazı eserlerde Sultan Melikşah ile Hasan Sabbâh arasında mektup teâtisinden bahsedilmektedir. Buna göre Sultan Melikşah, Hasan Sabbâh’ı yeni bir din icat etmekle ve bazı cahilleri aldatmakla suçluyor ve eğer hatasında ısrar ederse kalelerini yerle bir edeceğini ifade ediyordu. Hasan Sabbâh ise verdiği cevapta müslüman olduğunu, Abbâsîler’in hilâfeti gasbettiğini, hilâfetin gerçek sahibinin Fâtımîler olduğunu söylüyor, sultanı Nizâmülmülk’ün entrikalarına karşı uyarıyor ve Selçuklu Devleti’ni tehdit ediyordu. Ancak İbrahim Kafesoğlu, böyle bir mektuplaşmanın olmadığını ve bunun daha sonraki dönemde propaganda amacıyla uydurulduğunu söylemektedir (Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, s. 134-135).

Bâtınîler, Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra hânedan mensupları arasında başlayan taht kavgaları ve Haçlılar’ın bazı müslüman topraklarını işgal etmeleriyle oluşan ortamdan faydalanarak nüfuz sahalarını genişletip faaliyet ve cinayetlerini arttırdılar. 1096 veya 1102’de Lemeser’in bir baskınla ele geçirilmesi Hasan Sabbâh için önemli bir başarı oldu ve bu sayede Rûdbâr’daki hâkimiyetini daha da pekiştirdi. Aynı tarihlerde Girdkûh, Şahdiz ve Hâlincân kalelerini de zaptetmeleri Bâtınîler’in stratejik konumunu büyük ölçüde kuvvetlendirdi. Böylece Hasan Sabbâh bir yandan önemli yeni mevziler kazanırken bir yandan da Ehl-i sünnet’in ve Selçuklu Devleti’nin başlıca merkezlerini propaganda ile baskı altında tutuyordu. Bu karışık ortamdan faydalanarak hemen her gün beş on müslümanı öldüren fidâîler, Bâtınîler’e düşman birini vezir tayin ettiği için Sultan Berkyaruk’a da saldırıp yaraladılar. Daha sonra Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki mücadele sırasında Berkyaruk’un ordusuna sızarak ordu içinde nüfuzlarını arttırmaya başladılar. Hasan Sabbâh’ın siyasî, dinî ve askerî şahsiyetleri öldürtmesi bir terör havası oluşturdu; ona muhalif emîr ve kumandanlar elbiselerinin altına zırh giymeden evlerinden dışarı çıkamaz oldular. Hasan Sabbâh’ın faaliyetlerine ve tertip ettiği cinayetlere şahit olan Enûşirvân b. Hâlid, o devirde müslümanların içinde bulunduğu durumu tam bir felâket şeklinde nitelendirir ve yollarda emniyetin kalmadığını, fidâîlerin hiç çekinmeden cinayet işlediklerini, sultanların onlara karşı bir çare bulamadığını, halkın sürekli korku içinde yaşadığını ve Sultan Berkyaruk’un Bâtınîler’i ortadan kaldırmaya karar verdiğini görenlerin kendi düşmanlarını Bâtınîlik’le itham edip haksız yere adam öldürülmesine sebep olduklarını söyler (Bündârî, s. 67-68).

Hasan Sabbâh’ın fidâîlerinin estirdiği bu terör havasından endişeye kapılan devlet adamları, Sultan Berkyaruk’u uyararak vakit geçirmeden tedbir alınmadığı takdirde telâfi edilemeyecek zararlara uğrayacaklarını söylediler. Bunun üzerine Sultan Berkyaruk Şâban 494’te (Haziran 1101) Bâtınîler’e karşı harekete geçti ve 300 kişiyi öldüttü. Halife Müstazhir-Billâh’a da haber gönderip Bağdat’ta Bâtınî oldukları bilinenlerin yakalanmasını istedi. Aynı yıl Emîr Bozkuş’un sevk ve idaresindeki büyük bir ordu Kuhistan üzerine gönderildi; ancak Bâtınîler Emîr Bozkuş’u rüşvet karşılığında muhasaradan vazgeçirdiler. Emîr Çavlı da bu yıl içinde Fars ve Hûzistan’daki Bâtınîler’e karşı bir sefer düzenledi ve 300 kişiyi öldürtüp mallarına el koydu. Emîr Bozkuş 497’de (1104), Horasan askerleriyle gönüllülerden oluşan bir ordu ile Tabes Kalesi’ne saldırdı; kale ve civarındaki köyler tahrip edilerek Bâtınîler’in bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da esir alındı. Hasan Sabbâh’ın fidâîleri, Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Sultan Muhammed Tapar devrinde de cinayetlerini sürdürdüler.

Hasan Sabbâh’la uğraşmayı kâfirler üzerine yapılacak gazâdan daha üstün tutan Muhammed Tapar onunla ciddi bir şekilde mücadele etmek üzere harekete geçti. Sultan ilk seferini Şahdiz Kalesi üzerine düzenledi ve burayı kısa bir kuşatmadan sonra zaptetti; kale hâkimi Ahmed b. Abdülmelik b. Attâş öldürüldü. Bu zafer müslümanlar arasında büyük bir sevinçle karşılandı ve her tarafa fetihnâmeler gönderildi. Sultan 503 (1109) yılında veziri Ahmed b. Nizâmülmülk’ü büyük bir ordu ile Alamut’a sevketti, ancak kış yüzünden sonuç alınamadı. 505’te (1111) Emîr Anuştegin Şîrgîr Bâtınîler’e ait Bire Kalesi’ni ele geçirdi. Muhammed Tapar, ayrıca Halep Meliki Alparslan el-Ahras ile Reîsülahdâs Saîd b. Bedî‘den şehirdeki Bâtınîler’in öldürülmelerini istedi. Bunun üzerine Ebû Tâhir es-Sâiğ, İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim’in kardeşi gibi Hasan Sabbâh’ın Suriye’deki vekilleriyle çok sayıda Bâtınî öldürüldü (507/1113). Muhammed Tapar Alamut’u ve Hasan Sabbâh’ı ele geçirmek üzere yine Emîr Anuştegin Şîrgîr’i görevlendirerek Karaca, Gündoğdu, İlkavşut ve Bozan gibi birçok kumandanı onun emrine verdi. 11 Rebîülevvel 511’de (13 Temmuz 1117) başlayan Alamut kuşatması Zilhicce ayına (Nisan 1118) kadar sürdü. Hasan Sabbâh ve adamları açlıktan perişan bir duruma düşmüşlerdi. Kale alınarak fitne fesat yuvası temizlenmek üzere iken Sultan Muhammed Tapar’ın ölüm haberi geldi ve askerler kuşatmayı kaldırıp İsfahan’a döndüler. Muhammed Tapar’ın yerine geçen Sencer, Horasan meliki olduğu sırada Bâtınîler’e karşı yürüttüğü mücadeleyi devam ettirmek istedi. Ancak Hasan Sabbâh onun hizmetindeki bir câriyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna bir hançer saplattı ve onu öldürtebileceğine dair haber gönderdi. Böylece gözü korkutulan Sultan Sencer Hasan Sabbâh ve Bâtınîler’le uğraşmadı ve onlara belli şartlarda eman verdi. Atâ Melik Cüveynî, Alamut’un Moğollar tarafından zaptı (1256) sırasında kütüphanede Sencer’in birkaç fermanını gördüğünü ve bu fermanlarda sultanın onları dostluk ve barışa çağırdığını, kendileriyle iyi geçinmek istediğini söyler (Târîh-i Cihângüşâ, III, 127).

Parlak bir zekâya, teşkilâtçılık vasıflarına sahip, basiretli, kabiliyetli, cebir, geometri, astronomi, sihir ve dinî ilimlere vâkıf bir kişi olan ve düzenli örgütüyle, etrafa dehşet saçan fidâîleriyle insanların düşünce ve inanç dünyasına hâkim olmak isteyen Hasan Sabbâh 6 Rebîülâhir 518 (23 Mayıs 1124) tarihinde, aralıksız otuz beş yıl faaliyet gösterdiği Alamut Kalesi’nde öldü. İsmâilî kaynakları onu çilekeş, kanaatkâr, ciddi bir insan olarak tanıtır ve oğullarından birini şarap içtiği, diğerini de Hüseyin Kâinî cinayetinden sorumlu tuttuğu için öldürttüğünü kaydeder. Tarihçi Bernard Lewis Hasan Sabbâh’ın hüccet (imamın temsilcisi) ve dâî olduğunu, asla imamlık iddiasında bulunmadığını söyler. Hasan Sabbâh’a göre otoritenin temel kaynağı Allah tarafından tayin edilen imâm-ı ma‘sûmdur; şeriat ve ilâhiyat ancak hakikatin temsilcisi olan imamın tâlimiyle öğrenilebilir. Sadakat ve itaati esas alan bu öğreti Hasan Sabbâh’ın elinde güçlü bir silâha dönüştü ve mevcut düzen için siyasî, içtimaî ve dinî bakımdan büyük bir tehlike haline geldi. Onun çağdaşı olan Gazzâlî, Bâtınîliğin bu görüşlerini reddetmek amacıyla Feḍâʾiḥu’l-Bâṭıniyye adlı bir eser yazmıştır (nşr. Abdurrahman Bedevî, Kahire 1383/1964; T trc. Avni İlhan, Bâtınîliğin İç Yüzü, Ankara 1993). Daha sonra Gazzâlî eserin, bilginin kaynağını mâsum imamın oluşturduğu ve elde edilmesinin onun tâlimine bağlı olduğu yolundaki Bâtınî iddialarını çürüten altıncı babını Ḳavâṣımü’l-Bâṭıniyye adıyla yeniden kaleme almıştır (bu risâle Ahmet Ateş tarafından Türkçe tercümesiyle birlikte neşredilmiştir; AÜİFD, III/2 [1954], s. 33-57). Hasan Sabbâh taraftarlarının belirsiz arzularını, bozuk inançlarını, gayri memnunların hedefsiz öfkelerini düzene koyup bunları daha önce benzeri görülmemiş derecede disiplinli ve planlı bir teşkilât içerisinde yönlendirmeyi başardı. Ancak kendi adına nisbetle Sabbâhiyye de denilen bu teşkilât kurulu düzeni değiştirme hedefine ulaşamadı (bk. BÂTINİYYE; İSMÂİLİYYE). Hasan Sabbâh aynı zamanda bir mütefekkir ve yazardı. Eserleri Alamut’un Moğollar tarafından zaptı sırasında büyük ölçüde tahribata mâruz kalmıştır.

Eserleri. 1. Sergüzeşt-i Seyyidinâ. Hasan Sabbâh’ın otobiyografisidir. Bugün yazma nüshası Tahran Merkez Kütüphanesi’nde (nr. F 2835) ve mikrofilmi Vezîrî Koleksiyonu’nda (Mic. cat. 735) bulunan kitabı, Atâ Melik Cüveynî Alamut Kalesi’nin düştüğü gün ele geçirmiş ve bazı bölümlerini Târîḫ-i Cihângüşâ’ya almıştır. Aynı şekilde Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî de eseri inceleme imkânını bulmuş ve Hasan Sabbâh’ın hayatını yazarken ondan büyük ölçüde istifade etmiştir.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.